14 Aralık 2009 Pazartesi

Facebook'da Medeni Haller...

Bir süredir işlerimin yoğunluğu sebebiyle ara verdiğim yazılarımı (sadece blog yazdığımı sanmayın bende sizler gibi 8.00-5.00 çalışan etten kemikten bir insanım ya da yazarla daha sıkı bir bağlantı kurabilmeniz için ben de sizdenim kıtırları atıyorum:) gecenin kör vakitlerinde ve İsmail YK nın duyar duymaz vurulduğum "Facebook" adlı güzide eseri sayesinde ilham gelmesi sonucu tekrar yazmaya başladım ve sizleri feysbuk adlı çokça popüler ve hepimizin iş hayatının vazgeçilmezi olan sitede yer alan medeni haller kutucuğunun doldurulurkenki ruh hali hakkında aydınlatmak istedim. Yazımda zaman zaman ingilizce kelimeler kullanacak olsam da, çünkü bu feysbuk denen site bir gavur icadı olup bazı kelimeler türkçeleştirilememektedir, yanlarına hiç üşenmeden türkçelerini yazacağım ve bunu sırf siz sevgili okurlarıma hizmette sınır tanımadığım için yapacağım.

Öncelikle feysbuka girmek ve tutunmak öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildir, bir kere bunu adeta meslek edinen o sitede yaşayan insanlar vardır. Feysbuk kullanıcıları sayfalarında o günkü ruh hallerini ve gündemi yakalayan statulerini (durumlarını) yazarken, önce sabah ezanıyla kalkar parmaklarını açar gerer, adeta Pekin Olimpiyatlarına hazırlanıyormuş gibi bir disiplin ve ciddiyetle ısınır, en ilgi çekici mesajı en etkili mottoyu bulmak için kendilerini paralarlar. Bunca hazırlıktan sonra güncel statu hazırsa vakit kaybedilmeden kişisel sayfaya ileti olarak yazılır. Bu bazen çok tutan bir diziden vurucu bir cümleyken (bkz. EZEL) bazen "Amazonlar Ağlamaz" gibi eski sevgiliye verilmeye çalışılan bir mesaj olabilir neyse uzatmayalım ileti itinayla sayfaya yazılır. Sonra bitmeyen bir süreç başlar, nefesler tutulur, erketeye yatılır; bakalım kaç kişi bu statu ile ilgilenmiştir.

Arkadaş listesinde sosyal çevresi kadar çapı olan insanların günlük durumlarını betimleyen bu cümleler diğer arkadaşlarına haber olarak gittiği anda, bu amatör olimpiyatçıların iletileri şanslılarsa arkadaşları tarafından bir el hareketiyle beğenilir (likes this) takdir edilir, yorum yapılır, çok gülünüp sevildiyse "hihoho" "ahahaha" "ehuehuehu" gibi nidalarla statunun yazarına cömertçe coşku verilir, o garibanda halkın nabzını elinde tutmanın verdiği gazla bir sonraki statusünü düşünmeye başlar, görevi büyüktür ve herkes ondan daha iyisini beklemektedir.

Anlayacağınız zordur feysbukta ilgiyi ayakta tutmak. Ama en zoru o insanları kendi sayfanıza çekmişken medeni halinizle ilgili doğru mesajı vermektir. Bu sebeple toplumsal kaygılarla, kişisel kavgalarla harmanlanan feysbuk sayfasındaki medeni haller kutusu adeta bir ritüel gibi doldurulur. İlişkinin akibeti, verilmek istenen mesaj ya da yanlış mesaj vermeme kaygısı sebebiyle gecelerce düşünülerek değiştirilir düzeltilir yenilenir o kutucuk. Dilerseniz bu ruh hallerinin hepsini sitede yer alan isimleriyle listeleyelim.

1- In a relationship (Türkçesi İlişkim Var A Dostlar) : Bu ekibin genellikle tuzu kurudur, feysbukda medeni halinin ilişkim var olarak görünmesinin anlamı, bu sitede sadece eski arkadaşlarımı bulmak, biraz kafa dağıtmak, video seyretmek eğlenmek için bulunuyorum karıyla kızla işim yoktur. Hele bir de ilişkim var kutucuğu isimlerle tanımlanmışsa örneğin "Ayşe nin Ali ile ilişkisi var" yazıyorsa bu demektir ki Ali çok yürekli, cesaretli Ayşe ile ilişkisini yedi düvele ilan etmekten kaçınmayan civan mert bir delikanlıdır yani Ayşe'nin havasından geçilmez artık.

Ancak bazı cool(havalı) çiftler ilişkim var kutucuğunu doldurur fakat sevdiceklerinin isimlerini vermekten kaçınırlar. Bunun anlamı biz birbirimize o kadar güveniyoruz ki neden elalem kimle beraber olduğumuzu bilsindir. Bu ilişkilerin sonu genelde hüsranla ve çok cool bi biçimde biter o ayrı.

Bazı körpe çiftlerde feysbuka halasının dayısının girmesi ve "Ceyhan" da oturan halanın kızcağızın ilişkide olduğu adamı gördükten sonra akşamı zor ederek babayı arayıp "Abiii, Gülcan Ahmet diye bir oğlanla konuşuyor haaa" diye felaket tellallığı yapmasından çekinerek bu statunun hakkını veremezler. Ama bu sobayla ısınan kırsal aşıklara saygımız sonsuzdur çünkü baba dayağı başka hiçbirşeye benzemez.

2- It's Complicated (Kafam Çok Karışık!) : İlişki kutucuğunda bu açıklamayı gördüğüm kimseler için hep hüzünlenirim çünkü bunlar akacak mecra bulamayan, bir türlü mesut olamayan, olmayacak adamların peşinde koşarak onları ilişkiye ikna etmeye çalışan kadınlardır. O beyni 2 gigabyte olan adamlara feysbukta ilişkim var yazdıramıyarak mesaj kaygısına düşen sonunda da bir "kafam çok karışık" mesajı patlatarak adama taklacı güvercinler gibi haber salan bu tazelere bir sitemim var. Ah be canım! o adam senin o mesajını görüp insafa gelir mi sanıyosun, bunca yaş devirdin hala bu cin fikirli şeytan şappalaklarının merhamet edeceğine mi inanıyosun? El insaf senin ilişki kutucuğuna kafam karışık yazdığın anda adamın kafası çok rahattır. "Tamam" der bu da bana 2 günde mesaj vermeye salya akıtmaya başladı, ilişki istiyo bağlılık istiyo, amman hacı hemen topuklıyimde salça olmasın der ve bir başka kadına kafam çok karışık yazırdırana kadar seke seke çaydan geçer.

3- Single (Ben bir Apaçiyim): İşte en sevdiğim insan türü. Bu apaçilerin niyeti çok açık ve nettir "Sevişmek" Dünya üzerindeki kadınların çoğuna din dil ırk boy pos demeden tatlı tatlı hisler besleyen bu grup hep pusuda bekler, feysbukta çadır kurar ve orada yaşar. Bunların hep bir ümidi vardır, çok büyük bir iyi niyetle tanımadıkları kızların onları bilgisayar başında çıplak beklediğini düşünür ve apaçiliğin bir üst mertebesi olan komençeroluğa ulaşarak bütün kızlara "çok tatlısın" ya da "sen nasıl bişeysin öyle"  gibi yükte hafif pahada daha hafif mesajlar atarlar. Amaç bellidir; "Ya Tutarsa!".Yeterki bunların mesajına bir geri dönüş yapılsın yeter ki bir Allah selamı verilsin, bitmiştir o kız, sabaha kadar topla tüfekle ağır sanayi hamlesiyle saldırır düşer kalkar yılmaz gene saldırır ekmeklerini çıkarana kadar uğraşırlar. Ama en nihayetinde kötü çocuklar değildir hiçbiri hatta bütün erkeklerin hedefi aynıdır ama o konsantre portakal kadar romantik tipler daha lirik ve şiirsel ifade ederlerken çiftleşme arzıularını, bunlar 7/24 cigerden söylerler. Eeee ne diyelim umut fakirin ekmeği.

Bir de bu single (bekar) ların başka bir  türü vardır "uzun ilişkiden çıkan taze bekarlar". Bunların amacı da uzun vadede yeni yeni büyüklü küçüklü uzunlu kısalı insanlarla halvet olmaktır ancak enteresandır yaşadıkları uzun mu uzun ilişkiler boyunca bu niyetleri hiç anlaşılamamaktadır. O sadakat yeminleri ettikleri yıllar boyunca tomurcuk sevgililerine "seninle hayatım şöyle güzelleşti, eski ve serkeşt halimden eser yok şimdi" diye naralar atıp, feysbuka sırf senin için girdim gece dışarı sırf sen istedin diye çıkıyorum" diye gazozlar içirselerde, sizden ayrılır ayrılmaz zembereklerinden boşalmış gibi sağa sola kuru sıkı ataeş etmeye başlarlar. Bunlar önce dünya için çok mühimmiş gibi 6 milyar dünyalıya bekar olduklarını duyurmak için medeni hal kutucuklarını single'a (bekara) çevirir sonra da başlarlar eski sevgili, arkadaş yoldaş sırdaş selamlaş çer çöp ne varsa arkadaş listelerine eklemeye. Bakın derler bakın beni daha kimse adam edemedi ben o cendereye girmem yine bekarım yine sizinim benim naçiz vücudumdan faydalanııııın. Tabi bunları da Allaha havale etmekten başka çıkar yol yoktur ama olacak olan şudur; bu kırk bir pare top atışıyla bekarlığını kutlayarak etrafa saldıranlar 3 ay sonra gecenin 3 ünde size "nasıl gidiyor hayat..." ya da "özledim... " ;(ama muhakkak anlam kayması yaşanmaması için üç nokta koyarlar) diye mesaj atarlar.

 4- Married (Evliyiz, Düğün Resimlerimizle Döveriz): Bunların bazıları ayrı ayrı feysbuk hesabı açtıkları gibi, yürekten bağlılık yemini edenlerinde ortak hesap açma hastalığı görülür. Tabi eski arkadaşları bulmak için herkesin adını soyadını da bu paylaşım sitesinde kullanması gerektiği için ortaya brezilaylı futbolcularınki gibi enteresan profiller çıkar mesela "Hümeyra De Sozua Alex Cardinale Sanchez Şatıroğlu" gibi bir evli çifte rahatlıkla feysbukta rastlayabilirsiniz. Bunlara kısaca evliliğin paralize ettiği "GDO lu Çiftler" diyebiliriz. Yani bu ne şimdi anladık çok seviyosunuz birbirinizi, anladık kızlık soyadından bile taviz vermek istemiyosun, anladık adam feysbukda dursun kontrolu elimde olsun diyosun ama bize bu eziyeti niye yapıyosun kardeşim "El Codrobez Yapı Kooperatifleri" gibi sayfayı her açtığımızda o şaşaalı ismi görmek zorundamıyız.
Bir de bu evlilerin tarafı kadın olanları muhakkak profillerine gelinli damatlı çiçekli sepetli pastalı şampanyalı resimlerini koyarlarki bu da biz evlendik ama sanmayın ki yalan söyledik aha da kanıtı diye albüm albüm kapak kapak düğün sabahına uyandıkları günden başlayarak hazırlanma süreçlerine, nikahlarından, balayılarından döndükleri güne kadar resimlerini herkeslerle paylaşırlar. Resim altlarına yapılan yorumlara da kibarca ve mahçupca teşekkür ederek muzaffer bir edayla "darısı da senin başına bitanem" yazmayı asla ihmal etmezler (onların da bir kabahati yoktur aslında, evlilik bir kurumdur kurumsal hayatın da ilkeleri vardır.)

Bazı evli çiftlerin sayfalarında ise ne albüm ne düğün ne gelinlik ne papyon görünür hatta sadece çocuklarının resimleriyle donattıkları sayfaların da vermek istedikleri mesaj şudur "çocuk çok başka bişey ben evlendiğimi şimdi anladım." Pehhh! çocuk için evlenmiş ve evliliklerinin en az 7. yılını geride bırakmış bu kimseler çocukları mıçsa bunu feysbuktan ilan etmekte sakınca görmezler ve "Kayracık Bu Sabah Mıçtı" yazarlar hemen statulerine. Bi de bunların daha aklı evvel arkadaşları vardır ki onlarda otururur bu statulere "İnanmıyorum Oyaaa maşallah yaa darısı bizimkinin başına" diye yorum yazarlar. (Zannımca bir dönem hepsi kabızdan sıkıntı çekmiş ebeveynlerdir bunlar).

5- Medeni Hali'nde Hiçbirşey Yazmayanlar (Hayattan Hep Bir Beklenti İçinde Olan Garibanlar):   Benimde içinde bulunduğum bu grup bir zamanlar fırtınalar estirmiş sözlenmelerin nişanlanmaların kıyısından dönmüş bir çok kez popo üstüne oturmuş uslanıp durulmuştur. Bu ekip artık kolay kolay aşık olmayacağını iddia eden ama bu iddialı açıklamasını arkasını dönünce unutan, hayatının aşkını Himalayalardaki Keşişler gibi bekleyen manik depresif inişli çıkışlı insanlardır. Ne medeni haller kutucuğuna "Bekar" yazacak kadar çaresiz, ne de "kafam karışık" yazacak kadar hayalperesttirler.Aslında bu tavırlarında gizli bir kibir, ben seni köpek ederim elbet gibi bir meydan okuma vardır ancak bunu bir tek kendileri bilirler, zira beklenen gittiği yerden dönmezse rezil olmak istemezler. Bu tiplerin en belirgin felsefesi ise "sen yoksun ben bekar geziyorum ohhh nasılda eğleniyorum"dur. Bu durumu çarşaf çarşaf albümlerinden de görebilirz. Zira bir mekana adım attıkları saniyede fotoğraf makinelerini çıkardıkları için 28 tane albümleri, o albümlerde de en az 50 şer resimleri olur. Arkadaşlarına da gizliden mesaj atarak; resimlerin altına pompalayan yorumlar yapmalarını rica eder ama
sonra hiç oralı değilmiş gibi o yorumlara cevap bile vermezler. Öyle havalı ve zavallıdırlar yani.

Ancak medeni haller kutucuğunu boş bırakarak cool'lukta şehitlik mertebesine yükselmiş, modayı takip etmeyerek kendine yakışanı giymiş bu insanların yapması gereken; Albümdü, statüydü, arkadaştı, davetti, etkinlikti kovalamak değil "Ben bu kadarım malzeme bu, gelirsen Ekim'e gelmezsennnn Pekin'e kadar...demektir.

İyi Haftalar... 

22 Ekim 2009 Perşembe

Erkekler Hakkında Şehir Efsaneleri...

Son zamanlarda sıkça duyduğum ve bir şehir efsanesi haline gelen yeni gündemimiz; "Erkeklerin istediği an yeni birini bulabileceği"gazozu. Üzülerek görüyorum ki bu efsanenin peşine takılan binlerce hemcinsim var.

Kadınlar, adeta erkeklerin yarattığı bu korku imparatorluğunu pompalarcasına adamları nikah masasına oturtma hikayelerini Gılgamış Destanı gibi anlatıyorlar Ama bu durumun tek sebebi elbette kadınlar değil. Bu mottonun yayılması için elinden geleni yapan erkek milleti; kadınların ayağını denk almasını, adamların gönlünü hoş tutumasını, etrafta erkek kalmadığını, kitlelere yaymaya doyamıyor. Gazı alan kadın kısmının da adamı bi yelpazeyle yellemediği kalıyor.

Erkekler tarafından uydurulduğuna emin olduğum bu efsanelerin bir kaçını sizinle paylaşmak isterim;

1- Mesela bunlardan en güzeli; "evli erkek he zaman ilgi çeker, yüzük afrodizyak etkisi yaratır teoremidir." Evliyken karısını aldatmasına nasıl etsem de kılıf bulsam diye düşünen bezelye beyinli erkeğin yardımına yetişen bu safsata, pek çok erkeği boşanmanın eşiğinden döndürmüştür. Karısı onu kaçak et keserken bassa dahi, adam hemen; "Hayatım o kadar ilgi çekiyor ki yüzüğüm, kadın evli olduğumu bildiği halde zorladı, mecbur kaldım hayır için sevişmeye." diye kıtırları atıyor.

2- Bir diğer efsanemiz ise; Erkeğin güzeli çirkini olmaz, parası olan erkek giyinirse kendine baktırır teorisidir. Halbuki gerçek bundan çok başkadır. Homosapien gibi kıllı adamlar o sene ne modaysa giyinip koşarak İstinye Park'a giderler. Kimi zaman dünyaya bir porselen damlası olarak gelen İzzet Yıldızhan gibi pembe gömleklerle, kimi zaman da Riva da Bihter'i düdükleyen Behlül gibi kırmızı pantolonlarla, gudik boylarına bakmadan gezerler. Bir de o kazağı omuza atıp gelincik gibi etrafta salınmazlar mı...Kardeşim Tolga Savacı bile vazgeçti ya, vazgeçin şu omuza kazak atma modasından Allah aşkına.

3- Ve en sevdiğim en bayıldığım teori var sırada."Dünya üzerinde erkek nüfusu çok azaldı 1 erkeğe 4 kadın düşüyor" Allah! Allah! nüfus dağılımına bak sen, kim saydı bu zebil gibi kadınları, kim yaptı bu ölçümü Hugh Hefner mı? Bu teoriyi açıklarken zevkten dört köşe olan erkek kısmına soralım bakalım? Napıcan şimdi bu bilgi ile canım? İstersen koş boşa karıyı hemen, takviye yap takıma 3 tane, 4 kişilik bir ekip kur pes turnuvalarına katıl.

Ya insan bir düşünür; madem bu kadar avantajlısınız bu konuda, benim her konuştuğum erkek neden "1 erkeğe 4 kadın düşüyorsa, benim hakkımı kim yiyo hacı diye ağlıyor?" Niye yararlanamıyorlar bu populasyonun şanlı dağılımından?

Bunlara cevap bulmadan önce en sevdiğim son teoremi de anlatmak istiyorum sizlere.

4- Yalnız bu şehir efsanelerini erkeklerin gazozlarından ibaret sanmayın. Kadınların inandığı öyle içler acısı bir teorem var ki şimdi söyleyince hepiniz tabi yaa diyceksiniz; "Çerez Tabağı Teoremi!" Efsaneye göre;

"Bir kuruyemiş tabağı kalabalık bir grubun önüne geldiği zaman sırasıyla önce antep fıstıkları, ardından bademler, sonra fındıklar yenir, en sona beyaz ve sarı leblebiler kalırmış, aynı tabakta ucu açılmamış kabuklu şam fıstıkları da olurmuş, herkes bir eller, bakar ama kimse açmaya cesaret edemez, tabağa geri bırakırmış. Belli bir yaşa kadar evlenememişsen durumun çerez tabağındaki kabuklu şam fıstıkları gibi olurmuş, yani önce fıstık gibi, badem gibi kızlar evlenir, sen beklermişsin.  Ama sana, yani kabuklu fıstığa ulaşmak cesaret istermiş, dişine güvenen içinde gizlediği lezzete ulaşabilirmiş ama riskliymiş, dişini kırabilirmişsin fakat tadı çok güzelmiş, değermiş. 

Eveeet yukarıda evde kalmış 30 lu yaşlarını devirmiş hemcinslerimin yağmurlu havalardaki saçak gibi sığındıkları bu içler acısı teoremi okudunuz, size de bir acıma hissi çömmedi mi? Yazık yaa hala buna inanan, bir de zincir maillerle diğer kader kurbanlarına dağıtan insanlar var. Kardeşim sen hala bu hikayeyi sıkılmadan nasıl paylaşıyorsun? Herşeyi bırak buna nasıl inanıyorsun?

Kadın kısmı böyle bir maili görünce sektirmeden okur ve "Acaba der! Acaba birası elinde çerez tabağı masasında, dişine güvenen bu koç yiğit nerede? Nerde olacak o hafta oynanan maçları izlemek için televizyonun karşısında, elinde de birasıyla çerezi, gömülmüş koltuğa. Sen daha otur bekle, ne fındığı ne fıstığı adam o anda biranın yanında seni bile kabuğunla yer.

Haa şimdi diyceksiniz ki sanane yahu bırak o da öyle mutlu olsun...
Olmasın efendim. Bu kadın kısmı bu kadar da kendini kandırmasın. Yeter! Yok mu kafası çalışan bi arkadaşları da silkelemez bu garipleri;
"Bu açılmamış fıstık olma arzun nedir Ayten'cim, kimisi de kabuklu çam fıstığı sevmez badem yer. Ya da "Boşver sen fındığı fıstığı Zeynebim ben evli barklı çok sarı leblebiler gördüm yorma hayatım kafanı böyle şeylerle" desin, o kadını da Peter Pan'in dünyasından söküp alsın.

Yapmazlar, ne kadınlar arkadaşlarının bu inanç balonunu patlatır, ne de erkekler diyar diyar yaydıkları şehir efsanelerini anlatmaktan bıkarlar. Sevgili aynı çağın çağdaşı türk kadınları, siz en iyisi bu efsanelere giriş yapıldığı anda arkanıza bile bakmadan topuklayın, şu çerez tabağı maili kutunuza gelince de gözünüzü seveyim buzluktan çıkmış et gibi çözülmeyin yaa kendinize gelinnn!...

     

          
  

12 Ekim 2009 Pazartesi

İltifatın Önlenemeyen Yükselişi ve Düşüşü!

Sevgili arkadaşlar yazılarıma hayatın getirdikleri, beğenmeyip götürdükleri yüzünden biraz ara vermiş olsam da sizlerin; "yazıların olmadan yetimiz Ayşe, iş bitimine yakın okuyup kafa dağıttığımız, maillerle birbirimize attığımız tek eğlencemizi bizden alma Reis serzenişleriniz sonucu derhal başladım (Bir blogcunun o kadar okunuyorum ki çırpınışları :)

Bugün sizlerle paylaşmak istediğim konu iltifatın önlenemeyen yükselişi ve düşüşü! Blogun başlığını okuyan eli yüreğinde genç kızlarımıza sesleniyorum: Evet bu yazıyı okuduğunuzda da hayatınızda hiçbir değişiklik olmayacak ve yine her zamanki gibi kırmızı da durup yeşil de geçeceksiniz ayrıca sevgiliniz ya da kocanız size sıklıkla iltifat tabi ki de etmeyecek. Kısacası bu yazı size hayatın sırrını vermeyecek ama şaşkalozluklarımıza az da olsa ışık tutacak.

Günlerden bir gün çokça romantik, pantolonu gömleği sentetik kadın kısmı bir erkeğe tutulur ve tutulduktan sonra adamla ilgili 5 yıllık kalkınma planını hazırlar. Kendisine uygun bulduğu avını tartıp biçtikten sonra ve tabi ki adam da ikinci kez ararsa (ki günümüzde bir erkekle ikinci buluşmaya gitmek mucizedir) buluşmalara başlanır. Erkek de söz konusu alımlı çalımlı kadından hoşlanmıştır ki; mesaisini, vaktini, zihnini, cüzdanını kadın için harcamaktan bir an olsun çekinmez. Erkek bir süre sonra ilişkide kadını bir türlü mutlu edemediğini görerek çok şaşırıp;
"Allah Allah o kadar hediye gönderdik, yemeğe götürdük  hala mutlu olmuyor daha napalım" diye ilişkiye adeta "Ersen ve Dadaşları" da dahilmiş gibi "yaptık etttik yedik içtik" gibi toplu güruhlu cümleler kursa da, kadın sakin, suskun, planlı, tırnakları içinse kemirgendir. Çünkü kadın gönderilen hediyeden önce içindeki karta, yemeğe çıkılmışsa menüden önce kıyafetine yapılan iltifata bakar. Erkekse "karnını doyurduk, çıkmadan tuvalete de girdi, Eee geçen gün hediye de gönderdik daha bu ne surat arabaya bindiğimizden beri arkadaş yaa" (buraya istediğiniz küfrü sıkıştırmakta özgürsünüz...) diye homurdanır, sonra da "yok yaa bu kadınlara yaranılmaz" diyerek konudan uzaklaşır.

Halbuki kadının sirke satan suratının tek sebebi iltifata aç bünyesidir. Yukarıdaki örnek, ilişkinin başından beri iltifat etmeyen, kadına güzel bir söz söylemek aklına bile gelmeyen "sığır ve ötesi" erkeğin dramıyken bu dram onları hesapçı, istediklerini alana kadar Şair Ruhlu Don Juan'lara bürünen, Kamuflaj Pantolonlu Sinsi Romeo'lardan daha sempatik yapar. Bu ikinci kısma giren ve her yerde çokça görebileceğimiz model ise; en başta "güzellik" diye başlayan "bir tanem" diye son bulan gece SMS'lerine doyamaz, size tatlı rüyalar dilemeden uyuyamazken ilişkinin 2. yılında Diyarbakır Karpuzu ile kapınıza dayanabilir. Bu tip adamlar için durum çok basittir; "neden durmadan iltifat edeyim niye habire seni seviyorum diyeyim ki, sevmesem birlikte olmazdım, beğenmesem evlemezdim heralde"

İşte bu erkeklere hakim olan mantık jiletle kazısanız da o asfalttan kazınmaz, o yüzden durmadan adamlara "Ama ilk aylarımızda bana durup dururken çiçek gönderiyodun içine de ne güzel sözler yazıyodun şimdi bi tek yatağa girerken yalandan iltifatlar ediyosun" ya da "sadece kavga ettikten sonra haksızsan bir özür diliyorsun" diye söylenmeyin. Artık o tren kaçtı, geçmiş olsun, sizin de çok güzel söylediğiniz gibi o ilk zamanlardaydı! Sizi tanımıyordu, keşfetmek istiyordu, bu macera iştahını kabartmıştı ve tabi ki söylenme kapasitenizi, 72 saat aç susuz ve trip atarak yaşayabileceğinizi, gündelik hayatın monotonluğunu, bilmiyordu ve en önemlisi her kadın bir fetihtir mottosuyla size haçlı seferi düzenliyordu ama artık ne fethedilecek bir kale ne de şaşıracağı bir özelliğiniz kaldı, işinde gücünde yaşadığı sıkıntılar da cabası. Şimdi hal böyleyken adamın aklına mı gelir durup dururken bir karta "günaydın birtanem" yazıp yastığınızın üstüne koymak, şimdi onun yapacağı tek şey sabah siz uyurken üzerinize takacağı kravatları yığmaktır.

Erkeklerin, ilişkinin ilk günlerinde yaptığı sonra hiçbir devamlılığı olmayan öyle güzel jestler var ki, kız arkadaşlarımdan o güzel hikayeleri dinlediğimde ben bile vay be o mu yapmış bunları, o çorabıyla sevişen sıkıştırılmış pet şişe kadar romantik adam mı söylemiş bu güzel sözleri diye inanamayarak yan gözle o adamlara bakıyor ve o anda İbo'dan "Beni Bu Günümden Dünden Ettiler" şarkısını patlatıyorum.

Yazıma iltifat konusunda kendi başıma gelen şahane bir anıyla son veriyorum.

Sanmayın ki hep böyle boynu büküktüm, bir zamanlar ben de seviyor seviliyordum, ilişkim esnasında yapılan jestlerden tansiyonum düşüyor, nazenin vücudum mutluluktan baygınlık geçiriyordu. Bazen öyle çok şımartılıyordum ki; Bülent Ersoy'un saçlarını iki yandan toplayıp yarmagül gibi bahçelerde koştuğu ve o yılın erkek güzeli olan kıllı partnerini bahçe hortumuyla suladığı kliplerdeki kadar coşkuyla doluyor doluyordum. Fakat günler günleri yıllar yılları kovaladı ve bir gün ilişkinin çıkmaz sokağı olan monotonluk bizim de kapımızı çaldı. Artık o aşk çocuğundan eser yoktu. Sevgilime, "seni seviyorum" demeden asla "ben de" bile demiyor (bu "ben de" kelimesine de ayrı bir parantez açmak isterim, erkeğe bir cesaret seni seviyorum diyen kadın kısmına cevaben "ben de" diyeceğinize küfür etseniz daha iyi, gözünüzü seveyim yaratıcı olun, en azından "ben de sana karşı boş diilim" diyin de cümle kurun bari), neyse devam edelim, ağlamazsam sevgilim bana  çiçek göndermiyor, "güzel olmuşum di mi?" diye köşeye sıkıştırmazsam katiyen iltifat etmiyordu. Ben "nasıl bu hale geldik ben mi sebep oldum biraz daha mı alttan alsam" diye paranoyak benliğimi paralarken,o "her dakka iltifat edemem ki; özel bir gün olur, içimden gelir, sen de gerçekten güzel olursun o zaman bir jest yaparım ve işte o zaman bir anlamı olur" diye bana iltifat ve sürprizlerin Kopenhag Kriterlerini açıklıyordu.


Bu Taç Kraker tadındaki tatsız günler devam ederken ben tabi ki rahat durmadım ve X'e "bu hafta romantik bir yemeğe gidelim belki senin de içinden jest yapmak gelir, hem bayadır baş başa güzel bir yemeğe çıkmadık" diyerek metazori ve mecburi romantizmin startını verdim, hoş bir iltifat ve güzel bir çiçek beklentimi ise 4 numara millerle oya gibi işlemeye başladım.

Yemeğe çıkacağımız gün X arabayla beni almaya geldi, ben de özenerek aldığım içine sığmak için sadece o sabah kahvaltı yapmadığım kıyafetimi giydim ve burun sızlatan parfümümü çokça sıktıktan sonra bir havayla arabanın kapısını açtım. Bir de ne göreyim arabanın arkasında bir demet papatya en sevdiğim çiçek, önce kıyafetime şöyle bir bakan X hiçbirşey söylemeden "Selam" dedi ve cep telefonundan son mailini de okuduktan sonra arabayı çalıştırdı. Ben "hadi bakalım Ayşeee daha arabaya bindin asker arkadaşın gibi "selam" dedi hayırlara vesile olsun bu gece" derken, ikinci samimiyetsiz cümleyi patlattı "Naber?". Ben de "iyi çok şükür ya uğraşıyoruz iş güç işte sen nasılsın?" dedim. Sevimsiz bir giriş yaptığını anlamış olacak ki düzeltmeye çalışarak "gördün mü çiçeklerini, papatya aldım sana" dedi. "Hııı gördüm" diye sessizce söylenirken,  karta bakmak geldi aklıma. Bakalım nasıl bir cümle yazdı diye düşünürken, çiçekleri kucağıma aldım ve kartı zarftan çıkardım, sonra bir çiçeğin üzerinde yazabilecek en tatlı, en zarif cümleyi gördüm.
"ciceksepeti.com, özel günlerinizi sizin için daha özel hale getitirir". Bu sefer dayanamayarak her kadında doğuştan var olan söylenme butonuma bastım;
"Arabaya bindiğimde cep telefonundan kafanı kaldırıp yüzüme bile bakmadın ama eksik olma "selam" demeyi de ihmal etmedin, çiçeği bu kartla vermeye utanır insan, hadi içine birşey yazmadın bari beni gördüğünde bir iltafat etseydin,"
diyerek içimdeki zehri tasarruflu harcayıp susmuşken, X durdu ve akmayan trafikte uzun uzun yüzüme baktı sonra birden o gönlümü alan mucizevi cümleler ağzından dökülüverdi;
"dişlerin çok güzel kulakların da baya küçük ve şekilli!!!" dedi.

Ben inanamayarak koca koca gözlerle ona bakarken salon kadını çizgimden tamamen çıkmıştım veee;
"Ne dişi ne kulağı Gazi Koşusu'na at mı alıyosun sen, yeter artık zorla güzellik olmuyo işte hemen eve bırak beni" diye bağırdım. Önce uzun bir sessizlik oldu, sonra nerden aklına geldiyse geldi ve elimi tutup dudaklarına götürdü uzun bir öpücük kondurduktan sonra;
"ne deli kızsın sen napıcam ben senle" diyip radyoyu açtı, o anda radyodan Bülent Ersoy'un sesi yükseldi can hıraş;
 "Garajında tırları, sayılır hatırları, dolarları euroları götür evladım götürrr..."

Sevgili Çağdaş Türk Kadınları; iltitafların yükseliş döneminde erkeğinize sıcak ve gizemli bir gülümsemeyle teşekkür edin, aklınızı kaybetmeyin, devamlılık beklemeyin keyfini çıkarın, fetret ve gerileme döneminde ise çeşitli bizans oyunları ve kumpaslarla adamların ağzından kerpetenle iltifat almaya çalışmayın. İltifat gürül gürül akan bir pınardır zorla şaşallara sıkıştırmayın, bulduğunuzda afiyetle için gitsin...             

29 Eylül 2009 Salı

Hediyeler, Erkekler ve Harry Kewell...

Hediye nedir; bir tarafın diğer tarafı mutlu etmek için özel zevklerine hitap etmeye çalışarak aldığı küçüklü büyüklü maddi manevi değeri olan armağanlardır. Amaaa bu hediyeler beklenmedik bir zamanda geldiğinde, karşı tarafın sizi düşünerek aldığı anlaşıldığında tadından yenmezken, sipariş gibi görev gibi sığır gibi verildiğinde hiçbir anlamı olmaz. (Çok naif başladım paragarafa ama sonunu getiremedim maalesef)

Gelelim erkeklerle kadınlar arasındaki "Güller Savaşı" gibi bitmek tükenmek bilmeyen hediye savaşlarına, hediye üzerinden yapılan evlilik sorgulamalarına ve nihayetinde ilişkiyi bitirme noktasına getiren açılımlara. Bir kadın her zaman özel günlerde hediye bekler. Bu bilgi zaten yeni olmadığı gibi tarih boyunca erkekler kimi zaman hatalarını telafi etmek, kimi zaman ihanetlerini örtbas etmek, kimi zaman da (ki bu çoğu zamandır) kadınların yıldıran baskıları sonucunda hediye alır/aldırılırlar. Mesela bir kadın 8 ay önceden "evlilik yıldönünümüz geliyo aşkııım, doğum günüm 37 hafta sonra bitaneeeem, ilk öpüştüğümüz güne çok az kaldı 24 gün aşkitooom" diyerek erkek kısmına günler öncesinden gerilimi verdikçe verir, adamın gözünü seyirtmeye başlarlar.

Hesapçı ve çokça romantik kadın kısmı teferruatlı ve küsüratlı tarih detayı vererek de "bak ben seninle ilgili herşeyi nasılda mıh gibi aklımda tutuyorum sende hediye alırken bunları göz önünde bulundur" derler ya da der gibi bakarlar. Sonrasında ise, "nasılda zarif bir şekilde yıl dönümümüzü hatırlattım, bu sefer doğum günümün geldiği mesajını nasılda çaktırmadan verdim" diyerek ve yürekleri pır pır ederek o hiçbir zaman gelmeyecek gelse bile hiçbir zaman bizleri tatmin etmeyecek hediyeyi bekler dururlar.

Sonra beklenen gün gelir çatar; Evliliğin 23. yıldönümüyse ve yaz aylarına denk gelmişse erkek bütün gün boyunca muhakkak çok stresli yoğun koşturmacalı ve tabi ki terli bir gün geçirererk eve gelmiş, evlenme yıldönümü tamamen kafasından uçmuştur, kapıyı çaldığında bile aklında olmayan yıl dönümünü karısını mutanta dönüştüren tuhaf makyajından çakozlamaya başlasa da tam emin olamaz ancaaak kadının yüzündeki Vahşi Orkide gülümsemesini gördükten sonra kafasında bir şimşek gibi tam 8 aydır fragmanları geçen evlilik yıldönümü ve romantik bir hediye konulu tema çakar ve erkek o saniyede en karanlık ifadesiyle aydınlanır!

Şimdi erkek bu saatten sonra ne yapsa boştur, durumu telafi etmek için ertesi hafta uzay mekiği kiralayarak karısını aya götürüp mehtabı yerinde incelemeyi bile teklif etse, karısından "herşey zamanında güzeldir Ednan" cevabını alır ve ayakları yere basar.

Ya da şu da mümkündür; yaz ayıdır erkek yorgun argın ve terli eve dönmüştür kadın kapıyı açacağı anda adamın aklına o gün evlenme yıldönümleri olduğu gelir ve son bir gayretle elindeki karpuzu döpiyesle kapıyı açan karısının burnuna sokarak hiç kullanmadığı tontilik bir ses tonuyla "hayaaaatım baaak yıldönümümüz için ne getirdim yaz günü sıcakta hararetimizi alır diye Diyarbakır Karpuzu aldım" der ve "hadi keste yiyelim" demeyi de katiyen unutmaz. (Bu yaşanmış gerçek bir hikayedir) Bu noktadan sonraki kadının tepkisini, tepkisizliğini (tepkisizlik dediysem, sessiz reaksiyon, sakin güçtür kastetiğim; kadın Kemal Kılıçdaroğlu gibi sabrederek azmederek belgelerle konuşur zamanı geldiğinde ve intikamını muhakkak alır) ya da adamla 9 gün konuşmadan durmak, yaptığı hiçbir espriye gülmemek, elbette ki aynı yatakta yatmamak gibi o anda kafasından yıldırım hızıyla geçen intikam planlarını anında devreye sokar. Kadınların intikam alma biçimlerini sizlerin hayal gücüne bırakıyor ve kendi başımdan geçen bir olayla bu ilişkilerin sonunu bile getirebilecek olan melun hediye meselesine burada noktayı koyuyorum.

Senelerdir devam eden ilişkimin bilmem kaçıncı senesi olan yıl dönümümüz gelmek üzereydi, eli kulağındaydı yani. Ben de her çağdaş türk kadını gibi aylar önceden gerekli hatırlatmaları yapmaya başlamış, izlediğimiz her filmi, konuştuğumuz her konuyu, yediğimiz her yemeği, okuduğumuz her haberi yıldönümümüze getirmeyi başarmıştım. Misal adamla maç izlemeye gidiyorduk, GS gol attığında sevinip yumak olurken, golü atanın "Harry Kewell" adlı büyücü (adama böyle diyorlar "büyücü") olduğunu tribünlere adamın adını bağırtan coşkulu amcadan öğreniyor ve ordan sazı elime alıyordum:
 "Bu adam da nasıl iyi oyıuncu di mi canım yaa? Islak zeminde de çok iyi oynuyor, Liverpool'da oynamadı mı yıllarca, İngiliz ligi tabi zemin hep nemli alışkın adam" gibi futboldan sahadan hava şartlarından oyuncunun fiziki özelliklerinden çok anlıyormuş gibi akıl dışı yorumlarımla ilgisini çekiyor sonra bombayı patlatıyordum.
" Evli değil mi bu adam, baya da yakışıklıymış, çocuğu da mı var?"

"İşte bak bitanem futbolcular için bile düzenli hayat, aile hayatı ne kadar önemli diye "Mahallenin Muhtarları Dizisi" gibi ardı arkası kesilmeyen Toplumsal ve Türk Aile Yapısı'nı konu alan mesajlarıma başlayarak, bir sonraki GS atağını ağzı açık izleyen sevgilime Ali Samiyen'in ortasında, bizde evlenir ve çocuk sahibi olursak kim bilir sen de iş hayatında ne şiir gibi goller atar ne asistler yaparsının mesajını veriyordum. Adam gözlerimin taa içine sevgiyle karışık "ne salak kız bu yaa" bakışını atıp daha fazla konuşmamam için alnımdan öperken ben mesajın yerine ulaştığından emin, rahat bir nefes alıp maçın olmazsa olmazı pijamalı çekirdeğimi yemeye devam ediyordum.


Beklenen gün gelip çatmıştı; yıldönümümüz için buluşmuş heyecanla hediyemi beklemeye başlamıştım. Önce kocaman bir kutu gördüm masanın üzerinde "hımmm dedim demek gizlemeye sürprizli bir şekilde vermeye gerek duymuyor, olsun kim bilir ne aldı bana bu kadar özel bir günde". Kutuyu açınca içinde kağıtlara yazılı hediye hakkında ip uçları da veren çok güzel notlar gördüm . Kalbim deli gibi atıyordu notlara bakılırsa çok özel birşey yapmıştı. Derken onu gördüm fışırtılı beyaz kağıtların, köpükten kartonların arasına sarılmış o  "Elektronik Fotoğraf Çerçevesi"ni. Ben tam bunu mu aldın diye şarlıycakken bana "dur bi dakka bak yanında ne var" diyerek, Elektronik Çerçeve'nin yanında verilen USP aygıtını gösterdi ve hemen çerçeveye takarak play/oynat tuşuna bastı. Çerçevenin içinden ilişkimiz boyunca biriktirdiğimiz anılar fotoğraflar slayt gösterisi halinde geçmeye başladı. Bir süre sonra bu 180 tane resmin slayt gösterisi şeklinde önümden geçmesinden çok sıkıldığımı farkettim çünkü fotoğrafların sadece 50 tanesinde ikimiz varken, geri kalanı benim arkadaşlarım ve onun arkadaşlarıyla birlikte çektirdiğimiz grup resimleriyle doluydu. Tam bunu da iyi niyetle yapılmış emek verilmiş bir çaba "Ayşe abartma sen de" diye geçiştirirken, birden ekrandan o resim geçti, beynimin durdurma tuşuna da o anda basılmış oldu.

Bir resim düşünün; sizin yıl dönümünüz için alınan bir hediyenin içinden tatlı tatlı slaytlarla geçen bir resim. Resmin içinde 5 tane birbirinden yanık tenli ve bir tanesi hariç diğerlerini hiç tanımadığım kızların giyinip süslenip çektirdikleri bir resim. (laf aramızda resimde olan ve tek tanıdığım kızı da o dönem çok sevmiyordum) İşte o anda tam da o anda bütün gücümle beynine rövaşatayla tekme atmak istediğim sevgilim bana gülümsüyor dahası gülümsemeye çalışıyor ve çok zayıf bir sesle "Hay Allah Yaaa ben o kızlardan bir tanesini hep sen sanıyordum" diye resmin neden arşivinde ve şimdi de yıl dönümü çerçevemizde olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ben tekrar tekrar birbirine sarılarak fotoğraftan bana sırıtan yanık tenli kızların beynimde slaytını yapınca ve bana verdiği cevabı düşününce haklı olarak bağırmaya hatta höykürmeye başladım.

"Sen nasıl bir adamsın yaa; O kızlardan birini sen sanmıştım ne demek! kaç yıllık sevgilini fotoğraftan ayırt edemiyo musun sen, ben sanmışmış şu lafa bak yaa! Kaç yıl geçmiş hala bana aldığın hediyeye bak çerçeveee, bari karpuz alsaydın en azından yerdik, bir de yetmezmiş gibi ikimiz hariç herkes var bu slaytta ama en güzeli de tanımadığım kızların olması! Nedir vermeye çalıştığın mesaj; biz bu yılları sadece ikimiz geçirmedik ki onlar da sen bilmesen de hep bizimlelerdi mi? Söyle hepsini tanıyo musun bu kızların söyleee ???"

 X'in cevabı ise inanılmazdı "Yaa 300 tane resmin arasına bi tane karışmış gittin onu buldun yaa!"

Dikkat edin, yıldönümümüz sebebiyle benim için hazırlamış olduğu 300 tane resmin arasında o resmi ben buldum ve ben taktım o resme, kendisi asla üşendiği için bilgisayarında var olan "Ayşe Dosyası"nı olduğu gibi USP'ye atmadı, dosyanın içindeki resimleri seçerek tek tek kontrol etti ama ben her zamanki gibi herşeyi fazla büyütüyorum.

Yaa hadi bunca yıl sonra böyle bir hediye aldın, hadi USP ye romantik olmayan Erzurum Halay Ekibi gibi çoklu resimler koydun peki canımın taa içi insan hangi resmi USP ye attğına bi bakmaz mı, bütün dosyayı çekçekli bavul gibi o çerçeveye sürükler mi??? Demek ki olabiliyormuş demek ki herkes çok şanslıysa hayatında bir kere bu tip romantik hediyelerle karşılaşabiliyormuş.

Sevgili kadınlar! Sakın ola o bütün hayatınızı zindan eden sizi beklentilerden beklentilere sürükleyen, buhranlar geçirten romantik komedileri izleyipte sevgilinizden, kocanızdan, özel, düşünceli, romantik hediyeler beklemeyin, verin siparişinizi adama temiz temiz neye ihtiyacınız varsa tespit edin ki böyle gününüzü güzelleştiren sürprizlerle karşılaşmayın. Adamları da rahat bırakın yaa izlesinler hop oturup hop kalkarak Harry Kewell'ın gollerini size neee!!!

18 Eylül 2009 Cuma

Trambolinden Neden ve Nasıl Düştüm! Volume II

Devam yazıma uzun bir ara verdikten, sizi de mevzudan bayaa bi soğuttuktan sonra boynumun borcu olan ve sizi meraktan uyutmayan (kendini çok önemseyen yazar hastalığı:) hikayemin ikinci kısmını yazıyorum.

Nerde kalmıştık; ben keskin bir ağrıyla şezlongta yatıyor, bir yandan da yan gözle trambolin görevlisine bakıyordum, evet bakıyordum çünkü tıbbi çözümleri ve pratik zekası sayesinde bacağımdan olma,Clara gibi bacaklarımda battaniye, teklerlekli sandalyelerle dağ tepelerinde gezme ihtimalim vardı... Neyse benim birbirinden değerli arkadaşlarım önce çok üzüldüler bacağımın ağrısına sonra biraz basmaya çalış filan dediler, en sonunda da kendimi seke seke bavulumu taşırken buldum. Bir de aralarında ennn merhametli olanı; "tamam Ayşe uzatma, bas üstüne artık şımarmaaa! 
diyerek beni şevkat ve merhametinden mahrum bırakmadı sağ olsun. Dönüş yolunda bacağım o kadar ağıryordu ki dönüş vapuruna binerken merdivenleri oturarak çıkma başarısını gösterdim, arkadaşlarım mı napıyordu? Dondurma siparişi veriyorlardı ama bana da bir dondurma söylemişler eksik olmasınlar, öyle de hakkaniyetlidirler yaa, boşuna insanlar birbirini tatilde tanımıyor...Ben vapura bindim, kırık olan ama henüz o anda vehametini anlayamadığımız bacağımı da banka uzatarak denize doğru saçlarımı efil efil savurdum (dikkat edin o kadar acının içinde bile dışardan nasıl görünüyorumdur acep kaygısıyla saçlarımı havalandırmaktan geri durmadım) Arkadaşlarım arada bana nasıl olduğumu sorup bir dondurma kavgasına girişmişlerdi ki aklınız durur. Mesele şuydu; dondurma siparişi verilen arkadaşımız tek başına 4 dondurmayı taşımaya çalışırken yaz sıcağında dondurma bütün ellerinden akmış her yerine bulaşmıştı, dondurma siparişi veren diğerleriyse;
"Keşke sen yardım etseydin yaa ama ben Ayşe'yi bırakamadım ki keşke sen etseydin"
diye arada yalandan benim bacağımı da bahane ederek bu düşüncesizliği kime yüklesek acaba diye konuşuyorlarken; bütün vapur zeminini ve üstünü dondurmaya bulayan arkadaşım dayanamayarak kükredi:
"Yeter yaa bakmasanıza öyleee peçete verin bişey verin de sileyim şunlarıııı!"
Normalde son derece sakin olan bu arkadaşım kükreyince ben bile korkarak can havliyle yanımdaki plaj havlumu arkadaşıma fırlatıım ve
"Al bunla sil canım"
diyerek yardımcı olmaya çalıştım. Bu suni gündemin stresiyle canımın derdini bile unutmuştum valla, en azından arkadaşlarımın üzerimde böyle bir etkisi vardır, gündem ne olursa olsun her zaman değiştirirler.

Ufak çaplı dondurma skandalından sonra vapurda sakin sakin ilerlerken şeytanın bile aklına gelmeyen bir planı devreye soktum ve arkadaşıma usulca yanaşarak; "Şimdi annemleri arasam bir dolu söylenicekler niye rahat durmadın oralarda diye, sizden rica etsem yarın herkes iş başı yapıcak bütün gece hastanede benimle mi uğraşıcaksınız en iyisi X' i arayalım gelsin, beni acile götürsün ama sakınnn benim arattığımı söyleme sen benim haberim yokmuş gibi ara hatta Ayşe duyarsa beni öldürür ama bacağı çok kötü üstüne basamıyor heralde kırıldı de ve dram yarat dedim. Arkadaşım gözlerime sevgiyle baktı ve
"Ayşe şu anda gerçek bi zavallısın" dedi.
Gerçekten de öyleydim, biz zavallığımın derecesini tartışırken arkadaşım X'i aradı ve benim 7 yaşındaki insanların bile aklına gelmeyem muhteşem planımı devreye soktu!

İstanbul'a geldiğimizde vapur iskelesinde X bizi bekliyordu, bense kendisini karada görür görmez bavulumu yere atarak, pazar gecesi tıklım tıkış vapurun merdivenlerini popomun üstünde inmeye başladım (And The Oscar Goes toooo Best Looser Ever...) işte o anda daha da acınası bir hal almıştı durumum ama  trambolinde bacağımı kırmamış da Kore Gazisiymişim gibi İstanbul'a yaptığım giriş hemen etkisini göstermiş ve X koşarak beni kucağına alıp bavulumu da bagaja atarak doğruca ismi lazım değil bir Özel Hastane'nin Acil'ine götürmüştü beni. Arabada biraz önce yerlerde sürünen yılan oynatıcısı ben değilmişim gibi sorulan sorulara  güçlü ve vakur bir asaletle;
"İyiyim yaa biraz daha dayanabilirim"
gibi cevaplar veriyor biraz önce Er Ryan'ı ben kurtarmışım gibi tiripten tribe koşuyordum.O esnada bu ennn özel hastanenin ennn özel hasta bakıcısı geldi ve beni arabadan çıkararak tekerlekli sandalyeye oturttu. Sedyeye yatırıldıktan sonra Acil'e giriş şeklimin bünyemde ağır tahribat yarattığını farkettim ve  yine kendimi bırakarak;
"Vaaay Ayşe Hey Koca Ayşe dağ gibi insandın 8 saat önce, gündüz keklik gibi sekerken sedyelerde mi yatacaktın gece"
diye inceden uzun havalar okumaya başlamıştım ki;  bu "Şark Köşesi Ruh Halim" uzun sürmedi ve kısa bi süre sonra enn özel nöbetçi doktor gelerek bana yapılacak işlemleri anlatmaya başladı. Bilmem neremde çatlak olabilirmiş MR şartmış, aşiltendonumda yırtık olabilirmiş röntgen muhakkakmış, kırığın yanında ödem varsa büyük felaketmiş bu yüzden, ağrı kesiciydi röntgendi MR dı ateldi alçıydı derkeeen çıkan hesap 5 milyarmışşş. Ben söz konusu rakamı duyar duymaz yerimden bir fırlamışım ki zannedersiniz biraz önce tekerleklilerle acile gelen ben değilim, bıraksalar eve koşarak giderim yani çok net. Hemen X'e döndüm ve "Bu hastaneden gidiyoruz, hem beni niye getirdin ki buraya benim özel sağlık sigortam bile yok" dedim.
O da çok zarif bir şekilde;
"Nedir canım neyse parası öderiz sağlık bu" diyince;
önce taze gelin mahcubiyetiyle gülümseyerek teşekkür ettim ve saniyenin onda biri kadar bir sürede  "acaba mı? ödese mi? sağlık bu hakkaten yaa" dedim.
Sonra hemen kendime gelerek;

"Aferin Ayşe önce Jean Darc gibi havalar at sonrada Cennet Mahallesi'ndeki Pembe gibi bütün masrafları adama yık" diyerek;
X' e döndüm ve "haayır haayır başka bir hastaneye gidiyoruz" diyip;
"5 milyar nedir ki yaa" der gibi bana küçümen bakışlar atan ama orada SSK lı ve yarı zamanlı çalıştığına emin olduğum doktora dönerek "nedir bu ücret yaa adam mı öldürdük" diye varoş bir tepkiyle ve Bay X'in de yardımıyla apar topar hastaneden çıktım.

Kendi imkanlarımla gittiğim özel olduğunu iddia eden ama sigorta hastanelerini bile mum vasıtasıyla aratan hastanede ise röntgenimi çektirdikten ve görevlinin "bu röntgene 20 milyon sıkışmış abe" diye gerzek esprilerle rüşvet istemelerine maruz kaldıktan sonra; hasta bakıcılarının istişaresi sonucunda turp gibi olduğuma, bacağımı zorlamam evet evet zorlamam ve üstüne basmam gerektiğine karar verildi. Yavaş yavaş yürüRsem dizim açılırmış ve yatarken de iki yastık koyarak bacağımı üstüne dikersem hiçbirşeyim kalmazmış. Bu bilgilerle eve giderken, trambolin görevlisinin bu hastanedeki doktorlarla aynı tıp fakültesini bitirdiğine emin oldum çünkü tavsiye ve tedavi yöntemlerindeki paralellik dikkat çekiciydi. Eve gelerek uyumaya çalıştım, evdekilere de bir şeyim yok iyiyim diye çaktırmamaya çalışıyorum ki 182 saat söylenmesinler. Sabah adam gibi bir hastaneye makul bir ücret karşılığında gittiğimde gördüm ki; sol diz kapağım iki yerinden kırılmış ve çatlamış. Bu teşhisin üstüne takdir edersiniz ki annem, ben evde bacağımda alçıyla yattığım 3 ay boyunca söylendi evet bunu başardı. Bay X de çiçeğiyle çikolatasıyla beni ziyaret edip türlü çeşitli oyuncaklar DVD ler getirip beni oyaladı, çeşitli şakalar komikliklerle bu hikayede burda bitti...

Öyle mi? Öyle olur mu! Bu kadar ilgi alaka beni keser mi tabi ki kesmedi. Her zaman bir maraz çıkarmayı görev addeden bünyem;
"Nasıl gidersin bensiz o düğüne, nasıl katılırsın bensiz o yemeğe" diye 2. haftanın sonunda söylenmeye, error vermeye başladı.X çaresizlik dansını yapmaya başlamadan altın golü buldum veee Tek Kollu Kahraman Wank Çu gibi hemmen ahşaptan bir koltuk değneği yaptırarak (babun ağacından) kendisinin yanında düğünlerde derneklerde sünnetlerde kınalarda iki dirhem bir bacak boy gösterdim. Varlığım; Çağdaş, Manik Depresif, Kafası Karışık, Aklı Evvel Türk Kadınları'na Armağan Olsun...!         

1 Eylül 2009 Salı

Trambolin'den Nasıl ve Neden Düştüm! Volume I

İlk yazımda kadınlar ve erkeklerin farklılıklarından bahsedeceğimin sinyallerini vermiştim, yazıyı okuyan beğenisini ileten ve üye olan arkadaşlarımın fikir birliği ve ısrarı sonucunda bir süre daha kadınlar ve erkekler hakkında yazmaya devam edeceğimin bilgisini vermek isterim.

Bugün size anlatacağım hikaye sonu benimkiyle aynı olmasa da herkesin başından geçmiş ya da geçmesi muhtemel bir olaydır. Maceramız İstanbul'da başlayıp bir hastanenin Acil'in de son buluyor.

Günlerden bir gün sevgilime kızıp içimde ne varsa sayıp döküp, en sevgili arkadaşlarımı da yanıma alarak çok sevdiğim bir arkadaşımın sayfiye yerindeki evine kafa dinlemeye gittim. Gittim ama benim aklım hala o sinirle sevgilimin yüzüne söyleyemediklerimde, ah nasıl da o lafı göğsümde yumuşatıp çaaat diye gelişine vuramadım, hay Allah nasıl da şu  yaptığı düşüncesizliğin lafını iki ters bi düz edip de sokamadım diye diye gelmişim arkadaşımın evine. Yani bana ne söyleseler boş, bedenim orda ama ruhum intikam duygusuyla alev alev yanıyor, gülüyoruz eğleniyoruz ama nafile aklım bık bık beni yiyor. En kötüsü de onun Aladağlardan serin bir şekilde evinde Play Station 2 (3 daha çıkmamıştı o zaman) oynadığını, pazar akşamı GS'ın maçına gidip hörölöy hörölöy coştuğunu adım gibi biliyorum. Öyle olduğunu düşündükça daha da sinirleniyorum tabi, ben niye herşeyi kafama takıyorum ki bi huzurla otur işte ya diyorum kendi kendime. Ama nafile ne yaptıysak beni kesmedi. Çok güzel geçti kafa dinleme tatilim; sevgilim bir kaç kere arayınca;
"lütfen arama beni kafa dinliyorum" diye havaları attım, ondan mesaj geldikten 6 saat sonra "iyiyim" ya da "iyi geceler" gibi tek cümlelik cevaplarla tirbimi de attım Allah'ıma çok şükür. Zaten kızların bu haybeden gururu da olmasa ellerinde ne kalırdı hiç bilmiyorum, sırf hava civayız valla.

Neyse akşam oldu güzel tatil beldesinin ennn sosyetik klübüne gittik ha klüpte stand (nam-ı diğer uzun ayaklı bar masası, üstünde en az 450 T.L lik Votka açtırmak farz) bulamadık sefil olduk daha da buraya gelmeyiz dedik ama hala havalarımız dahası benim havam 1500, uzaktayım ya, nasıl olduğumu merak ediyor ya, isterse evin balkonunda vişne suyu ve pötibörle eğleneyim hiç umurum değil sonuçta kafa dinliyorum kendime gizemli bi havalar bi süsler vermişim (zaten çiftleri hep bu samimiyetsizlik, gizemli havalar bitiriyor ona da başka bir yazımda değineceğim) gerisi hikaye. Evimize geldik yatıcaz artık son dedikodular, ben iki gün uzaklaşmanın da vermiş olduğu gazla fena rüzgar yapıyorum; "
yok yani bizden bişye olmaz, çok özensiz çok sorumsuz, artık bitti bu iş beni kaybeden kendini kaybeder bi daha geri dönüş yok" filan, arkama da arkadaşlarımın desteğini almışım ki Allaaaah tutmayın beni. (O zavallı arkadaşlarımız da, ayrılırız sevdiceğimizden gider ağlarız,
"tabi canım çok terbiyesiz adamdı iyi yaptın sana adam mı yok" derler,
2 gün sonra barışıp siz barışmanıza bahaneler bulup maniler düzüp;
"ama çok pişmandı bir daha asla üzmem dedi bu sefer son zaten" diyince başlarlar;
 "yaa biliyor musun aslında siz çok yakışıyosunuz, şu huylarını bir düzeltse on numara çocuk" demeye. Yazık onlar da naapsınlar sizin gibi aşkta habire tornistan yapan adama denk gelmişler idare ediyorlar.)

Anlattığım gibi geceden arkadaşlarıma rüzgarımı yapıp yattım, sabah zımba gibi kalktım, herşeyi yapacak bir kayayı Battal Gazi gibi yerinden oynatacak güçteyim. Zaten sevgilisinden ayrılan kız kısmına böyle olur, ya fazla enerji yüklemesinden "Seveceğiiiim Sev!, Gezeceğiiiim Gez!" şarkısı kafasında yankılanarak deli dana gibi kendini yollara vurur ya da yıllardır ertelediği hobilerini sandıklardan çıkarır hobisi yoksa bile muhakkak derhal yaratır. Mesela ben sevgilimden ayrılınca çok başladım İspanyolca kursuna, Tai Bo'ya, Reiki'ye, Eskrime ki  hiçbirinde tutunamadım nedense.

Uzatmayayım sabah gittik deniz kenarına hayat doluyum enerjiğim ya, beni öyle yastıklarda insan gibi güneşlenmek kesmiyor, hadi deniz bisikleti kiralayalım, hadi jet ski ye binelim aaa trambolinde varmış hadi kızlar zııplayalııııım. İşte bu son cümledir benim yazın başından sonuna kadar 3 ay yataklarda sürünmeme sebep olan. Kızlar da eksik olmasınlar bir kaç sevgi naarasıyla eşlik ettiler sevincime ve attık kendimizi tramboline. Ama trambolin dediysem öyle kendini dangıl dungul atarak zıplayabileceğinizi zannetmeyin. Trambolinden sorumlu bir görevli var zıp zıpın başında (gerçi o görevli aynı zamanda deniz bisikleti kiralayıp haşlanmış mısır da satıyor ama olsun neticede en yetkili kişi o) görevli ayağınızı şöyle kırın, dizinizi böyle bükün diye bize direktifler veriyor. Bana trambolinde eşlik eden birbirinden zarif iki arkadaşım tatlı tatlı zıplayıp şen kahkahalar atıyorlar. Ben çok kararlı, harika, mutlu, hayattan umutlu eğlence doluyum yaa, Sertab Erener'in klibindeki gibi zıplayıp ayaklarımı tutmaya, yukarı en yukarı zıplamay çalışıyorum, görevli de bana nedir acaba bu hanım kızımızın problemi diye ara ara bakıyor. Ben bir ara havalandım havaladım yere inerken dengemi kayderek çotaaaaank diye topuklarımın üstüne çöktüm, o arada sol dizimden bi tık sesi geldi ama aldırmadım tekrar kalktım tekrar zıpladım, baktım dizim baya sızlıyor oturdum trambolinin üstüne dizimin davul gibi şişmesine seyrettim saniye saniye. O anda bilge görevli anladı bir sorun olduğunu, geldi iyi misiniz filan dedi ben de çok ağrıyor bacağım basamıyorum üstüne diyince hoop diye aldı beni kucağına doğru denize. Ben de sizler gibi "acaba denizde ne ola ki iyi mi geliyor kırığa çıkığa" derken patlattı çözümünü:
"Belki bi etkisi olmaz kırığa abla ama deniz büzzzz gibidir ayağını yere basarsııın, belkim biraz yüzer açılırsın, soğuktan acını unutursun" dedi.
Benim bu medikal ve bilimsel çözüm karşısında dilim tutulurken,  kendisinin o mevkideki (sahil tarafı kum üstü trambolin görevlisi) bu göreve bileğinin hakkıyla getirildiğini anladım.
Ama artık sızlayan bacağımın ağrısına dayanamayıp başladım ağlamaya, arkadaşlarım panikle denize koşup beni ordinaryus görevlinin elinden kurtarıp şezlonga yatırdılar.

Ben şezlonga ağlayarak ve topallayarak giderken görevli arkamdan "Abla zıp zıpın tenesi 1 lirra, amma sen düştün ağladın telef oldun sana beleşşş" deyiverdi. Allah razı olsun o zor anımda paranın derdine de düşebilirdi...


Dizimdeki problem neydi?
Arkadaşlarım kırığımla ne kadar ilgilendi?
Bu bacak beni ne kadar yataklarda yatırdı?
Sevgilim bu süreçte neler yaptı?

Hepsi yazının devamında, beni takip edin...

        

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Kadınlar ve Erkekler neden farklıdır?

Blog'uma göz atan insanları karşılayan yazımın bu kadar klişe olmasını istemezdim ama ilk yazımı en bildiğim, en bilmediğim, en sevdiğim, konuşmaya doyamadığım bu konuya ayırmak ve kendi bakış açımla yazmak istedim.

Çevremdeki ilişkilere evliliklere ya da arkadaşlıklara bakınca kadın ve erkeğin iki farklı yaradılışlarının çok farklı olduğunu görüyorum. Bunun elbette toplumsal, kültürel, sosyolojik, psikolojik bir çoknsebebi var ama beni ilgilendiren bu durumun gündelik hayatta komik komik hallerde karşıma çıkması.

Ben bu blogda yazarken etrafımda gördüklerimden, duyduklarımdan, kendi hayatımdan isim vermeden alıntılar yapacağım. İsim verip kimseyi de rencide etmeyelim blog yolunda:)

Geçen hafta Çeşme'deydim kendimce çok eğlendiğim ilişkileri ve erkekleri sorgulamadığım, kafama hiçbirşey takmadığım bir tatil geçirecektim ama ne mümkün her tarafınız kadın ve erkeklerle çevriliyse ilişkileri görmezden gelmek gibi bir lüksünüz yok! Çünkü devamlı ilgi bekleyen kadınlar ve vurdumduymaz erkekler her yerde.

Mesela bir çift Alaçatı/Babylon Beach de mis gibi denize girmeye çalışıyor, çalışıyor diyorum çünkü didişmekten 15 dakikada su sadece dizlerine gelebilmiş. Mesele şu; kız diyor ki,
"Bak şu çifte ne güzel denize sarılarak giriyorlar, biz de girelim."
Erkek bünyesini fazlasıyla geren bu "herkes yapıyor bizde yapalım" cümlesi bir ilişkinin bazen sonunu getirebiliyor.
Çocuk bezgin bir şekilde bir kıza bir de ilişkilerinin ikinci haftası olan ve ilk defa tatile çıkan aşk dolu çifte baktı ve "Tamam girelim" dedi ve kızın elini tuttu ama kızda yine bir isyan; "Ama onlar sarılıyor" çocuk kibar bir dille "Biz önce el ele denize girelim derinlere gidince sarılırız" dedi. (Çocuğun ki de nasıl bir fantazi anlamadım? "Derinlerde" sarılmak ne demekse:)
Sonra bu zoraki romantik çiftimiz suları sağa sola fıydırarak başladılar el ele yürümeye, deniz göbeklerine değdiğinde çocuklar gibi şen olan kızımız birden denizin içinde bağırmaya, saydırmaya başladı;
"Elimi gevşek tutuyosun aşkitooom!!! Çocuk şaşkın şaşkın bakarken kız devam etti. "Tabi benim zorumla el ele denize girersek böyle olur, hiçbir romantik davranışı kendi başına akıl edemediğin için bu hale geldik zaten, ilişkimiz 2 yılını doldurdu diye bu kadar ilgisiz davranılmaz ki, ama şimdi burda iş yerindeki Aslı olsaydı, sarılarak balıklama bile atlardın denize öyle değil mi? Cevap versene! En sevmediğim huyunda bu zaten, hiçbirşey söylemeden suratıma bön bön bakıyorsun. Ben sana naaptım yaa naaptım? Birlikte güzel bir tatil yapalım istedim, düşmanın mıyım senin? Zorla mı geldin benimle buraya haaa söyle, konuşsanaaaa!"
Çocuk durdu durdu ve 25 dakikanın sonunda beklediğim cevabı verdi;
"Ya arkadaş 55 derece sıcakta havuçlu kremi sürdün, vıcık vıcık ter içindeyiz sarılalım diye tutturuyosun, denizde üşüyüp bir an boş bulunup elimi gevşetince çığlığı basıyosun. Bu nasıl huzur nasıl tatil ya içine ettin bütün keyfimin, al gir şimdi denize hadi, yüz kendine sarılarak ben çıkıyorum!"
Kız da beklemediği bu kibirli ve umursamaz cevap üzerine denizden söylenerek çıkan çocuğun arkasından bağırdı;
 "Bugün ilk uçakla İstanbul'a dönüyorum, sen de serin serin yatarsın klimanın altında tek başına, havuç kremi terletmişmiş şişmanım yağ bağladım demiyodaaa!"

O noktadan sonra kafamı suya gömüp tam oturtamadığım tekniğimle şapada şupada serbest stil yüzmeye başladım. Bildiğim tek bir şey vardı, bir  kadın isterse Maldivlerdeki balayının bile içine edebilir.

İzlenimlerim devam edicek...